Okumak üzerine bir şeyler anlatmak bazen insanlara itici gelir. Akıl vermek, ukalalık, çok bilmişlik taslamak gibi yorumlanır
Karşılıklı birbirlerini cehaletle suçlayanların sayısı artar. Dönemine göre inişli çıkışlı okuyanlar ile okumayanlar arasında atışmalar, polemikler ortalıkta dolaşır. Okuyanlara gelmeden önce okumayanlardan, ya da okumanın gereksizliğini kaçak veya açık savunanlardan söze başlamak istiyorum: Kimin okumaya zamanı var ki, nedir bu atlatmaca? Okumak karın doyurmaz, insanlar işine gücüne bakmalı! Okuyun diyenler başkalarına hizmet ederler! İnsanlar ekmek bulamıyorlar, kitaba verecek parayı nereden bulsunlar? Okumak insanı hasta, en sonunda da hastanelik eder! Okuyanların haline bakın, ondan sonra kararınızı verin! Eskiler okur muydu, nedir bu hırs? Bu ve benzeri argümanları duymayanımız yoktur. Elbette bunların her birini tek tek çürütmek veya karşı argümanlar bulmak mümkün.
Gelelim öbür anlayışa: O kadar uzağa gitmeyelim hem kendi toplumumuza bakalım, hem de içinde yaşadığımız Alman toplumuna. Neden aynı parayı kazanan insanlar, aynı benzer maaşla geçinen insanlar gelirlerinin belli bir miktarını aylık veya yıllık, kitaba harcaması gerektiğini biliyor ve buna uygun davranıyor? Bizim neden sürekli bir mazeretimiz var? Kitap satın alması, ufkunu, bilgisini, görgüsünü artırmak, geliştirmek istemesi onlarda bir ihtiyaç da bizde neden değil? Her şeyin en iyisini biz biliyoruz. Dahası öyle zannediyoruz. Ama gerçekten de öyle mi? Kendimizi mi kandırıyoruz. Bilgilerimizin kaynağı nereden geliyor? Yerli dizilerden mi, takıldığımız derneklerden mi, okumadığımız günlük gazetelerden mi, yoksa yer yer yanlış ile doğrunun ayırt edilmesinin her geçen gün biraz daha zorlaştığı sosyal medyadan mı? İki üç saatlik diziyi kaçırmıyoruz, veya sosyal medyada yarım günümüzü boşa harcamaya itiraz etmiyoruz ama akşamları bir şiir kitabını elimize almaya, bir hikayeyi okumaya veya bir romandan bir bölüm okumaya zaman bulamıyoruz? Kim inanır bu kandırmacaya sahibinden başka?
Yazan biri olarak kitapla olan ilişkim doğal olarak sıradan okurdan tabii ki farklı, bu yönde beklentilerimin de yüksek olması doğal karşılanmalı. Ama ben sıradan insanımızın da okumaya uzak veya mesafeli olduğunu biliyorum. Bu konuda ben işin başında anneleri görüyorum. Evladına iyi geceler masalı okuyan ailelerin çocukları elbette okulda başarılı, hayatta da. Okuma, kitap, anlatma, kendi dünyasını yansıtmanın temelleri o yıllarda atılıyor. Kendisi okumayan, evinde kitap bulundurmayan bir annenin çocuğu okumayla okul yıllarında zorla veya derslerden dolayı mecburiyet yüzünden tanıştığında içinde kitaba karşı bir antipati oluşur. Ona kim bir daha ne zaman ve nasıl okuma sevgisini aşılayabilir? Kitap okuma sevgisi diye bir şey var. Ailelerin görevi nasıl insan sevgisini, hayvan, doğa sevgisini çocuğa vermek ise, kitap sevgisini de ona vermek bir görev ve sorumluluktur.
Benim gözlemlerim toplumumuzda kadınların daha çok okuduğu. Bir kadın sevdiği bir kitabı en yakınlarına tavsiye eder. O yüzden satılan her bir kitabın en azından dört kişi tarafından okunacağını söylemek uzmanlık sayılmamalı. Evin bütçesini yapan da genelde kadınlarımız olduğuna göre haydi ayda bir kitap alınamıyor, üç ayda bir satın alınsın, olmadı altı ayda bir, olmadı yılda bir kitap bir eve girsin. Ki ben paranın burada sorun olduğuna inanmıyorum. Öyle olsa kütüphaneler abonelik ücreti dışında bedava. İsterseniz yılın her günü kitap oyun, ödünç alın evinize birkaç haftalığına hem de istediğiniz kadar. Ee bu da yok. Sonra yakın dur, şikayet edip, öğretmen ırkçı çocuğumla ilgilenmiyor de. Sen kendin ilgilenmezsen eğer kendi çocuğunla, o görevi neden başkaları senin yerine üstlensin? O yüzden ben okumaya en yakın insanlar olarak anneleri görüyorum. Bence bu görev en başta onlara düşüyor. Tam da bu yüzden onları etkinliklerimde görmek bana ayrı bir neşe ve sevinç veriyor