Hamburg’un tarihine daha çok inmem gerekti. Bu şehirde yaşanan bulaşıcı hastalıklara geldim
Sabah otobüste Türkiyeli bir kadın öksürüp durdu. Tam müdahale edecektim ki otobüsün Türkçe konuşan şoförü açtı ağzını yumdu gözünü. Ne hangi dağdan geldiği kaldı, ne ayılığı, hiç mi haber okumuyordu, insanlara virüsünü bulaştırmaya ne hakkı vardı vs. Kadını bir otobüsten indirmediği kaldı. Kendi kendime sorup durdum, dün de başka milliyetten yabancıların benzer davranışlarına denk gelmiştim. Alman hükümetinin onca tedbir almaya çalışmasına rağmen nasıl olur da 10 milyonu aşmış yabancıları unutup bunların dillerinde bilgilendirme yapmaz, broşürler çıkartmaz, o da olmadı mail adreslerine anlayacakları dilden bilgiler göndermez diye. Zira bilinçli Almanlar ne kadar tedbir alırsa alsın, sokaktaki adam veya kadın, ki bizimkiler bugün bile ellerinde cımbız ve ayna ile dolaşıp duruyorlar. Ah bir de o bakışlar yok mu. Ben bilmem, ben kimseyim, virüs de ne diyen bakışlar.
İşyerinde genel durum teatisinden sonra bu konuda yakınanlara hak verildi ve mesai başladı. Öğleden sonra mailime güzel bir gelişme haberi düştü. Yakınmalarımı duyan birileri varmış gibi hem de. Resmi bir kurumun hem de 15 farklı dilde hazırladığı virüs hakkında genel ama aktüel bilgiler. Almanyalılar’da buna yer vereceğimiz kesin. Nasiplensin bilmeyenler. Hamburg kozmopolit bir kent diye övünüp dururlar. 250 binden fazla göçmen yaşıyor bu şehirde. Kaçı Almanca biliyor, medyayı izliyor, Almancaya hâkim tartışılır. Göçmenlerin ana dillerinde böylesine önemli bir konuda bilgilendiren resmi bir dairenin olmaması Hamburg’un utancı. Gerçi böylesine bir vaka en son ne zaman yaşandı bakılmalı ama sıradan insanı devlet unutmamalı. Onun bilinci çok daha farklı çalışıp işliyor.
Her gün unutuyorum aslında yazı dizisine başlarken ilk gün değinecektim. Bugün unutmayacağım. Geçen yılın başlarında yeni bir roman taslağı vardı kafamda. Tarihi bir roman, içinde aşk, Kürtler, Hamburg ve bulaşıcı hastalık olan bir kurgu. Araştırmaya başladım. Hamburg’un tarihine daha çok inmem gerekti. Bu şehirde yaşanan bulaşıcı hastalıklara geldim. 1350 yılındaki veba salgınında şehirde 6 000 insan ölmüş. Kısaca değineyim güzergâh aynı. 1333 yılında salgın ilk defa Çin’de ortaya çıkıyor. Ticari veya deniz yoluyla salgın Avrupa’ya ulaşıyor. Toplam 43 milyon insan bu salgında hayatını kaybediyor. Bunların 25 milyonu Avrupa, bunların da 21 milyonu Almanya’da hayatlarını yitirmişler diye kayıtlara geçiyor.

Sonraki veba salgını 1712 yılında. Bu yılda ortaya çıkan veba salgınında 53 Hamburglu hastalığa yakalanıyor. Bunların 23’ü hayatlarını kaybediyorlar. Ama benim araştırmak istediğim konu daha yakın tarihte geçsin istemiştim. 19. yy aşk öyküsünü de kapsaması için daha yakın olacaktı. Kürtler, Hamburg, salgın oldukça ilginç ve bana bile heyecan veren, merak uyandıran bir karışım ortaya çıktı. Böylelikle aradığımın kolera olduğunu anladım. 1831, 1866 ve 1873 yıllarında Hamburg’da kolera salgınları baş göstermiş. Kayıtlar 1831 ile 1892 yılları arasında Hamburg’da yedi kolera salgınından bahsediyor. Toplam 15 977 insan bu salgınlarda hayatlarını yitirmişler.
1892 yılında Hamburg’a bir Kürt kızına sevdalı, zorunlu askere alınmış çarlık ordusunda görevli bir Rus askerinin getirmesini kurgularken, gerçekten de bu tarihte çıkan salgını Rus göçmenlerin şehre getirdiklerini öğrendim. Romanımla ilgili araştırmalarım ben kolera salgını hakkında okudukça derinleşti. Korkutan, ürperten, sürükleyiciliğinden hiçbir şey yitirtmeyen bilgiler bir yerlere depolanıp kaldırıldı. On hafta kadar süren bu salgında 9000’e yakın Hamburglunun hayatlarını kaybettiklerini öğrendiğimde ağzım açık kaldı. Salgını başlatan ve Hamburg Limanı’nda çalışan kanal işçisinin adından gelişim seyrinin her detayının kayıtlara geçmiş olmasını şapka çıkarttım. Sonra da onca bilginin arasında boğuldum gittim diyebilirim. Dikkatimi çeken daha o yıllarda Alman devletinin bu ve benzer hastalıklarla nasıl da ciddiyetle mücadele ettiği oldu. Eğer bugün Alman sağlık sistemi, Corona’ya karşı yürüttüğü dikkate çeker etkili politikasını görüyorsak eğer, bunun tarihsel köklerini görmemezlik etmeyin derim.
Bugün dünyanın tanıdığı Robert Koch Enstitüsü’de o yıllarda kuruldu. Enstitüye adını veren Robert Koch kolera mikrobunu bulan insandır. Tüberkülozun tedavisinde kullanılacak ilacı buldu. Kolera salgınından on iki yıl önce o zamanki adıyla İmparatorluk Sağlık Dairesi’ne atanan Koch, 1904 yılına kadar süren bu görevinin yanı sıra Berlin Üniversitesinde Hijyen Enstitüsü ile yeni kurulan Mikrobik Hastalıklar Enstitüsünün de müdürlüklerini de üstlendi. Bu arada Robert Koch ile Bernhard Nocht’un birbiriyle sıkça karıştırıldığına yine bu araştırmalarımda rast geldim. Nocht Berlin’de Koch’un altında çalıştığına göre onun öğrencisiydi denilebilir. Bu büyük kolera salgını Hamburg’da baş gösterdiğinde yine İmparatorluk bürokrasisinin emriyle Hamburg’da görevlendirildi. Bu her iki bilim insanın adlarını taşıyan enstitülerin tarihleri de en az bunlara adlarını veren insanların hayatları kadar okunmaya değer.
Almanlara bakıp kendimizi aşağılayanlara acımak lazım. Zira benzer bir yapılanma bizde 1931 yılında adı Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti olarak kayıtlara geçmiş. Oysa bunun öncelinin olduğu ya inkâr edilmiş ya da görmezden gelinmiş. Kendi tarihini bilmeme konusunda başarılı milletlerden olduğumuz için Pasteur’ü de, Abdülhamit’i de AKP sayesinde yeniden keşfetmek zorunda kaldık. Kuduz aşısını bulan adamın çabaları bakteri biliminin memlekette atılmasının temelini oluşturmuş denilebilir. Askeri doktorlar bu bilim insanına gönderilmiş, birkaç yıl sonra dönen bu askeri tıp öğrencileri 1887’de kurdukları mikrobiyoloji laboratuvarı sayesinde kuduz ve çiçek aşısı üretebilmişler. Daha sonra benzerleri kurtuluş savaşı yılları da dahil olmak üzere imparatorluğun başka bölgelerinde de kurulmuş.
Hemen her ülkenin bu saatten sonra benzer kuruluşlarının olduğu malum. Sanırım bugün günlük biraz farklı oldu. Ama uzun zamandır değinmek istediklerime oh be nihayet unutmadan şöyle bir dokunabildim.
25.03.2020
Kaynak: Almanyalilar.com